Babygirl (2024)

Yönetmen: Halina Reijn

Oyuncular: Nicole Kidman, Harris Dickinson, Antonio Banderas

Ödüller: Altın Aslan En İyi Film - Venedik F.F. (Aday), En İyi Kadın Oyuncu Ödülü - Venedik F.F., En İyi Kadın Oyuncu (Dram) - Golden Globes (Aday)

Bence:Babygirl’ün tartışması – filmin varlık nedeni- oldukça güncel ve hemen hemen tüm izleyicilerin -üzerine düşünmeye zaman bulursa- birinci elden ilişki kurabileceği bir konu etrafında örülmüş: Özneleşme kavramı. Burada özneleşmeyi -tabii ki- bir özgürleşme ya da bireyleşme anlamında kullanmıyorum. Tam aksine; özneleşme kabaca mevcut iktidarın, bireyi kendi devamlılığını sağlayacak biçimde kurumlar (aile dahil), dil vs. ile kurması sürecidir. İktidardan kastım da bir devlet organı olarak iktidar değil de mevcut yapının sınırlarını çizdiği ve işleyişi belirlediği bireyler arası ilişkileri bir ağ gibi saran toplumsal ilişkilere dair kurallar, ilişkiler ve işleyişler ağının bütünüdür. İktidar, bireyi daha en başından olumsal (kendi sürekliliğini sağlayacak) normlar ile sarar, bunlara bağlı bir “normal” tanımlayarak bu sınırlara uymayanları dışlar, yalıtır ya da bir biçimde cezalandırır; içerde kalanları ise ödüllendirir. Ancak özneleşme sürecinde bundan daha önemli olarak, iktidar sürdürülebilir bir toplumsal yapı kurması sürecinde başarabildiği ölçüde yine kendi devamlılığını hedef alan arzuları bireylerin içine yerleştirerek bunları bireylerin kendi arzusu sanacağı kadar içselleştirmesini hedefler. Kendi sürekliliğine uygun dil ile (kavramlar, düşünme yolları, akıl yürütme biçimleri, bilgi tanımları, varsayımlar, ön kabuller…) kendi sürekliliğine uygun toplumsal yapılanmaya uygun bir ahlak anlayışını da bireyin içselleştirmesi için çalışır – olumsal olan bu kurulumla ilgili olabildiğince zorunlu algısı üretmeye çalışır. Bu anlamda tam özneleşme, tam anlamıyla yapıya/iktidara teslim olmaktır. Bu yapı her tarafı sarsa da “kaçış çizgileri” ile bu özneleşmeden kaçmak, dayatılanı reddetmek de mümkündür. Ne isek onu değillemek/nasıl kurulduysak ondan çıkmak mümkündür (En azından Deleuze’e göre). Herhangi bir arzunun yapı kaynaklı /yapı dayatması olup olmadığının testi de kolaydır: İlgili arzunun mevcut düzenin sürekliliğine hizmet edip etmediğine bakmak yeterli olacaktır.

***Yazıda bir sürpriz-bozan olmamakla birlikte, filmden bahsetmeden filmden bahsetmenin pek mümkün olmadığından hareketle böyle bir beklentisi olan okurlarımı filmi izledikten sonra yazıyı okumaya davet ediyorum.***

Babygirl, özneleşme üzerine bir film. Bu konu hakkında tartışmak ve perspektifini -filmle- üretip kavramsal ve imgesel argümanlarını sermek üzere yarattığı şeyin bütünü de film-varlık’ın kendisi. Film, tartışma zeminini, kendi argümanlarını parlatacak biçimde kendi hayrına eğik kurduğunu baştan saptamış olayım, bunu yazı boyu açacağım. Romy (Nicole Kidman), mutlu ailesi ile; tiyatro yönetmeni, entelektüel, anlayışlı, yüksek ahlaklı (! [kimin ahlakı?]) kocası Jacob (Antonio Banderas) ile; günümüzde yükselen yapay zeka alanında parlayan bir firmanın CEO’luğuna kadar yükseldiği kariyeriyle her alanda başarılı bir kadın… Romy bu başarıya -filme göre- kurulu öznesiyle ulaşmış. Romy’nin şirketine stajyer olarak gelen Samuel ile kurduğu ilişki ile özneleşeme sonucu üstü küllenen kendi arzularının (bu arzunun kaynağı tabii tartışmaya açık ama litmus testimize göre en azından iktidar/yapı yerleştirmesi değil) yeniden alev almasıyla kurulu öznelikten dışarı bir adım atıyor. Burada filmin, Romy’nin norm dışı/anormal/ayıp/sapkın arzularının kaynağını Romy’den uzaklaştırmak için Freudyen bir desteğe baş vurmasını (Romy’nin çocukluğuna sıkıntılar sıkıştırmasını) film adına zavallı buldum.

Ürettiği tartışma masasının ayakları ayarsız olsa da filmin konu üzerine bir tartışma ortamı -izleyici için de bir bu konu üzerine bir düşünme fırsatı- oluşturmuş olduğunu görüyoruz. Filmin yükselişi de – en güçlü sinematik sahneleri de- bu yapı dışı tartışma evresinde gerçekleşiyor. İlk motel sahnesi hem kavramsal hem imgesel olarak kabul etmek gerekir ki oldukça güçlü: Oradaki personasızlık ve iş bilmez haller; yapı dışının alışılmadıklığının geniş olanakları içindeki harika tökezlemeler; yapı dışı arzuların kızgınlığıyla tekrar tekrar denemeler ve tekrar tekrar başaramamalar – git gide daha iyi başarmamalar- ve sınırları aşan hayatı büyüten kuvvetlerin neredeyse elle tutulur hale gelmesi… Sonunda zorlana zorlana, irade göstere göstere yoktan üretilen/yaratılan bir uyum ve Romy’nin rol dışına çıkarak (özneleşme dışına çıkarak) anırarak – belki hatta işeyerek- yapının sınırları yırtması… Yapı içi itibarı yerle bir olurken, özgürleşmenin varlığını büyütmesi… Harika bir sekans. Pek bayılmadığım bir oyuncu olan Nicole Kidman’ın bence kariyer performansı da bu sekans içinde olabilir.

Film kendini yersiz yurtsuzlaştırdıktan, yapı dışına çıktıktan sonra bu seviyede üretiminin sürmesinin bence tek yolu filmin açık kalmasıydı. Film yapı dışına çıkıp burada üretmeye devam edebilmeye uygun sinematik kasları olduğunu bu yükselişinde gösterdi; ama sorun zaten baştan beri niyetinde/anlatı perspektifindeydi(miş). Filmin niyeti baştan beri “yapı içini savunmak” olduğu için buradan sonra önce kendisi özneleşip sonra Romy’yi sıkıştırdığı yerde boğarak ve hatta aşağılayarak onun tekrar adım adım özneleşmesini sağlıyor. Açıklığı ürettikten sonra düz bir çizgiyle tüm açık uçlarını sıkı sıkıya bağlayarak kendi olumsal çıktısını (yapı içi tek doğruyu) hakikatin kendisi gibi dayatma eğilimine giriyor. Film bu özneleşme tartışmasını, bin farklı kurulumla yapabilecekken; kendi arzularına saygı göstermek dışında hayatta eksiği olmayan, işleyen bir mutlu bir aile içinde ve geçmişinde özneleşerek başarıyı yakalamış Romy gibi uç bir karakter üreterek yapmayı seçmiş. Romy gibi özel bir durum oluşturmadan böyle koyu sonuçlara ulaşması film için oldukça zor olacağı kesin. Romy’nin en başından kaybedecek şeyi çok: Parası, evliliği, kariyeri, gücü… Film, Romy’e dair gösterdiği her şeyin Romy’nin  yapı dışına çıkmasıyla buharlaşacağı bir hikaye kurmuş ve tüm özneleşme tartışmasını bu uç noktadaki özel örnek üzerinden tartışmayı seçmiş. Hayatın kaotikliği, yaratım gücü ve çok imkanlılığı içinde filizlenebilecek diğer çıkış yollarını da adeta bir Yunan trajedisi katılığıyla Romy’nin hatalarıyla tıkıyor. “Bu kadın başka bir şey yapamazdı çünkü öyle biri” savunusu da Romy’nin statik kurulu özne kalıbı içinde ancak geçerli… Yapı dışına sızmak, “ne isek onu değilleme” fırsatını da beraberinde getiriyor. Böylesi bir durumda Romy’nin -bize sunulduğu -filmin yarattığı haliyle- sınırları belirsizleşecek ve başka bir Romy’e tanım gereği imkan sağlamalıydı. Böylece, filmin bu örnek üzerinden ürettiği soruya -ve kendisine gelebilecek en bariz eleştiriye- cevabı döngüsel bir referans vererek bence değersizleşti.

Babygirl; hileli tartışma masasında tartıya çıkarttığı fikirler arasında bir galip seçmekten fazlasını yapıyor; yapı dışına çıkmakla ilgili de belli ki bir kini var. Yapının ona sunduğu nimetlere sırtını dönen Romy’e yapmadığını bırakmıyor. Fiziksel çöküşten (kızına “ananeme dönmüşsün” demekten) onu depresyona sokmasına, pişmanlıktan yalvartmaya kadar Romy’e türlü türlü işkenceler ediyor. Onu utandırıyor. Ona özür diletiyor. Kendisi için “ben iğrencim” bile dedirtiyor. Ahlaki üstünlüğü de filmin ahlaki perspektifini üzerinde taşıyan düz koca Jakob’a vermekten geri durmuyor. “Öznelikten çıkarsan kahrolursun yok olursun” terazisinde ağır bakıp kazanan fikriyle, biraz Hobbes’u da anımsatıyor: Devret ki yaşa. Film için ancak öznelik içi çözümler birini mahvolmaktan kurtarabilir. Belki de insan-filmin gözünde- en yüksek payelere layık gibi filme giren Romy’nin kendisinde gördüğü gibi iğrençtir ve ancak özneleşmek kurtuluştur?

Bu haliyle Babygirl, çok muhafazakâr. O kaçış çizgilerini görmesine rağmen, sistemin şiştiği ve delinebileceği alanları sezmesine rağmen; mevcut yapının (adını da koyabiliriz: neoliberal kapitalizm şemsiyesi altında bir noktanın) bir muhibbi olarak dışarı çıkmanın maliyetlerini şişirerek izleyicisini korkutmaya çalışıyor. Yapının ağır yorganını terk etmemesi için endişe üretmeye çalışıyor.

Filmin perspektifi, Banderas’ın kamusal personasını da kullanarak yarattığı Jakob karakteri ile nesneleşmiş. Jakob, normalin tanımı bir adam – Romy’nin hortumda şişirdiği, sınırlara yürüdüğü yerlerde “ama ben kötü biri değilim” diyerek ona karşı çıkacak kadar- ve bu normal sıkıcılığının ödülünü filmin başarılı, özenilesi, affetme erdemiyle ermiş yücesi olarak filmin parlayan yıldızı yapılarak alıyor. İşte burada ama filmin foyası da meydana çıkıyor: Filmin bu düz-normal-gri adamı, bir mutlu son üretmek için dönüştürdüğü şey ve Jakob’ın da Romy’i anırtmayı başarabileceği iddiası gülünç. Bu tamamen bizim Banderas’ın kamusal personası üzerinden düşmemiz beklenen bir tuzak. Hem kurulu özne kalıp hem bu dönüşümün olması insanın/eşyanın doğasına ters. Film boyu izlediğimiz Jakob iken filmin son sahnesinde film, bizi kandırmak için kamera önüne Banderas’ı atıyor. Bunu bir an için test edelim, Romy’nin kocasını Banderas olmayan sıkıcı bir gri adam yapın, o karakteri kurun. Son dönüşümün altı da içi de boşalacak. Benzer bir testi tüm film için de biraz uzaklaşarak yapabiliriz. Romy ve hayatının uç örnekliği üzerine de yapabiliriz. Filmin aynı tartışmayı mesela bir LGBT+ hikayesi olarak kurduğunu hayal edelim. Mesela, bir gay adam kurulu özne olarak yapının içinde evlenmiş vs. mutlu iki çocuklu vs. Bu kurulumla, son sahneyi zihnimizde yeniden üretelim: Erkek gay Romy’mizin “normal” gri-düz eşi kadının bu sahnede ne yapmasını beklersiniz? Gözünüzde canlanan şey ne kadar absürt ise, Banderas’ı filmden kazıyıp filmin tuzaklarını temizlediğimizde Babygirl’ün mutlu sonu da bence bir o kadar absürtleşiyor. (ve hayır, o kadın o adama onu yapmayacak).

Babygirl, filmin tartışmayı açmayı bırakıp kendi fikrini göstermeye başlamasından itibaren geniş bir yay çizerek kendisini; aile değerlerine verdiği paye olsun, reklam estetiği olsun, -özneleşme içi- bireysel faydacılığa göz kırpması olsun, gösterinin zaferi olsun Spielberg ertesi Neo-Hollywood sınıfına (ve değerlerine) yerleştiriyor. Gene de masanın ters tarafına otursa da Babygirl’ün bu tartışmayı açması ve izleyicilere “e bunlar ama yanlış ve köhne” demeye fırsatı vermesiyle bir değeri olduğunu kabul ediyorum.

Bu aşamada filmlere bakarken sıklıkla düşüldüğünü düşündüğüm içerik-biçim dikotomisine değinmek isterim: Filmlere bakarken zaman zaman biçimi içerikten tamamen ayırıp içerikten bağımsız sadece biçim üzerinden iyi-kötü film ayrımı yapılması bir süredir moda oldu. Ancak bu biçim-içerik ayrımına diğer sanat türlerinde daha az rastlıyoruz: Ben herhangi bir heykele bakarken biçim ile içeriğin ayrılıp içeriğin göz ardı edildiğine denk gelmedim. Ya da bir şiirle ilişki kurarken içeriğin tamamen göz ardı edildiğini görmedim. Bence biçim de içeriğe dahildir ve bir bütün olarak sanat eseri içerik olarak vardır. Bu ayrıştırmayı yanlış buluyorum. Bununla beraber anlatı perspektiflerine itiraz etsem de üzerine tartışmaya değer filmler üzerine yazmayı seviyorum. Marriage Story gibi, Perfect Days gibi Babygirl de bu tartışmalara kapı açtığı için ve bunu sinemasal olarak değerli bir yerden yaptığı için memnunum.

Puan:

Puanlama, 10 üzerinden yapılmıştır ve tamamen kişisel tercihlere dayanmaktadır. Notun belirlenmesi için kullanılan kriterler tamamen keyfi bir biçimde oluşturulmuş ve bu kriterlerin ağırlıklandırılmasında da benzer bir metodoloji kullanılmıştır. Beğeni çok kişiseldir ve bu bölüm yazının en değersiz parçasıdır. Puanlar, kategoriktir.

Fragman