Eros'un Kalbini Donduran Pozitiflik Okları ve Aynılığın Cehennemi

Eros’un Istırabı - Byung-Chul Han

Aşkın tüketim toplumunda içinde bulunduğu kriz üzerine 7 bölümden oluşan bu deneme; kapitalizmin sadece tüketilebilen şeylerin yaşamasına izin veren atmosferinin negatifliği istisna gözetmeksizin dışarıda bıraktıkça bugünün performans öznesinin Başka’dan uzaklaşmasını ve Eros’u bastırıp canlılıktan yoksun bir aynılaşma üretmesini tartışıyor.

Han’a göre; günümüzün performans toplumunda negatifliğin tamamen dışarda kalması düsturunun bir sonucu olarak; sahip olmanın, el koymanın veya bilmenin tanımı gereği mümkün olmadığı Başka’nın denklem dışına itilmesi ile hayatın her alanına yayılan pozitifleşme süreci aşk (ve düşünce) alanına da ulaştı. Bugünün aşırılık, sınır aşımı ve delilik içermemesi makbul hale gelen aşkı; risksiz ve tehlikesiz hale gelmekte ve tüketim kültürü içerisinde dişleri sökülmekte, evcilleştirilmekte, sahibine de çevresine zararı olmayacak hale gelene kadar güçsüzleştirilmektedir. “Falling in love”daki düşüşe bile tahammül edemeyen, tarihsel bakıldığında hemen hatırlanacak “aşkın çilesi”nden ırak kalacak, tatmin ve hazdan fazlasını dışarda bırakmaya çalışan bir aşk peşindeki bugün, her türlü negatifi dışarıda bırakmak istiyor. Köşeleri ve sivrilikleri yontuyor ve portakal suyu tadında, şekerli, yumuşak ancak canlılık da barındırmayan bir pozitiflik denizi üretiyor. Kitaba göre ritüellerinden, gizemden, negatifliklerinden arındırılıp anlatımını kaybeden aşktan geriye elde porno kalıyor. Başka’dan uzaklaştıkça aynının cehennemi doğuyor; negatiflik kayboldukça canlılık yitiriliyor.

Han’a göre; Eros’u çağıran Başka tam negatiflik talep eder. Başka’nın asimetrisi üzerinden ve dışsallığını şart koşan erotik deneyimin aşınmasıyla; performans toplumunda libidonun kendine yatırım yaptığı performans öznesinin özgürlük sanrısı esas tuzaktır; eskinin sömüren-sömürülen ilişkisinden daha vahim olarak bu özne başkasına kendisini sömürtmez ama kendi iradesiyle kendisini sömürür. Bu sömürü öncekiden daha kuvvetlidir çünkü sömüren sömürülendir; başarısızlık kişinin kendi suçudur; bu sömürüye direnilmez ve bundan kaçılamaz.

Eros’un Istırabı’nın iddiası şu ki; bu pozitiflik dünyası sadece tüketilebilen şeylere izin veriyor. Aşk, tüketim toplumunun diğer alanlarına uygun bir pozitiflikle aynılığa teslim ediliyor. Ölümden sakınmaya dayalı çıplak yaşam kapitalizm tarafından mutlaklaştırılırken, “iyi yaşam” gibi bir amaç barındırmaz. Kendini referans almaktan kaçamadığı depresyonuyla performans öznesi ölümden kaçacağım derken; açma açılma, sınırları kaldırma ve kapatma yetilerinin kaybeder… Aynının cehenneminde azaptadır.

Kitabın anlatısı ile ilgili, görsel sanatlar üzerinden bir analoji kurmak gerekirse sinemanınki yerine dizilerin anlatısına yakın: güçlü bir günümüz performans toplumu eleştiri yaparken ve tartışırken, okuru sıkmaya hiçbir tahammülü yok gibi. Bu nedenle zaman zaman derinleşmeyi talep eden, tartışmanın hararetlendiği bölümlerde bile Han, yüzeyden çok uzaklaşmadan jetski gibi üstünde gittiği zemine vura vura hızla ilerliyor. Yüzeysel kalma riskini, okuru sıkma riskine tercih ediyor. Yormaktan pek korkmasa da okuru kavram kalabalığı ortasında sıkıştırma olasılığına da tahammülü yok. Sinema ve edebiyat üzerinden kurduğu örneklemeler ise sıkmadan meramını anlatma hedefi açısından çok değerli araçlar…

Han ortaya koyduğu bugüne dair toplumsal tıkanıklıklar ile ilgili beni ikna etse de üzerinde durmak istediğim bazı hususlar var. Söyleyeceklerim mutlak eksiklikler olmasa da Eros’un Istırabı okunurken bu hususlarla ilgili okurun kulağına kar suyu kaçırmanın faydalı olacağını düşünüyorum:

1.      Rasyonalitenin yükselişi ve bilgiye dayalı karar verme eğilimi arttıkça arzunun bilinç dışından uzaklaşıp bilinçle doğrudan ilişkilendirilmesi yazının bütününü buradan gelebilecek eleştirilere açık hale getiriyor. Anlatısı ve üslubu gereği hızlı giden Han burada; hiper-enformasyon dispozitifinde üretilen tecrübelerin ve oluşan belleğin, bilinç altınının organizyonununda yapacağı değişiklikler ile arzunun üretiminin dönüştüğüne vurgu yapmak istemiş ve böyle bir kısa yol kurgulamış olabilir.

2.      Byung-Chul Han’ın arzuyu mahrumiyetle ilişkilendiren psikanalizle flört eden varsayımlar ile çizdiği çerçeveye, arzuyu bir yoksunluk yerine bir üretici güç olarak gören perspektiflerce eleştiri gelmesi kaçınılmaz. Buna, Han’ın bireyin bilmediği şeyin eksikliğini nasıl duyacağından başlayacak eleştirilere maruz kalması da eklenebilir. Ben de arzunun bir üretici güç olduğu perspektiflerin (mesela Deleuze ve Guattari’nin arzu makineleri gibi) arzuyu bir eksiklikle doğrudan ilişkilendirenlere nispetle daha az sorunlu olduklarını düşünüyorum. Arzu eksiklikle ilişkilendirildiğinde ortaya çıkan sorunların aşılması çok daha zor, bu bakışla kurulan yapılar daha kırılgan...

3.      Yazarın Hegel’e bakışının – tıpkı Deleuze’ün Nietzsche, Leibniz ve Spinoza’ya olan bakışları gibi- biraz revizyonist olduğundan, Hegel’in bakışını anlatısına uygun yönde esnettiğinden bahsedilebilir.

4.      Kitabın temel argümantasyonu katı diyalektik yapılar üzerinde yükseliyor… Hayat, Han’ın kurduğu radikal karşıtlıkların dışına çıkabilir; tıkanıklıklar o ikililerin kurduğu gerilimler dışı düzlemi değiştirebilecek kuvvetlerin etkisi altında dönüşebilir, çözülebilir. Bu ikilikler belli perspektiflerden bir anlam ifade ederken bunların dışında anlamsızlaşabilir. Düzlem ya da daha fenası episteme değiştikçe bu ikililer ve onlara dair tıkanıklar çözülebilir, hepten ortadan kalkabilir.

5.      Kalıcılığa -veya evrenselliğe- ulaşırken yazarın kurduğu “sadakat” kavramı biraz kestirme ya da üstün körü bulunulabilir.

6.      Kitabın ilk yarısındaki kimi varoluşçu ögeler, yapısalcı ya da post-yapısalcı perspektiflerce gelecek eleştire açık.